trampet
Tım
tım tı tı... Tı tım tım tım.. Kanepemde, yazarının adını sürekli unutup tekrar
tekrar kapağını çevirdiğim bir kitabı okuyordum. Tım tı tım... Dışarıda bir
çocuk herhangi bir sopayla herhangi bir bidona ya da kovaya vurarak ritm
tutuyor olmalıydı. Bu ses beni kitabımdan alıp ve pencereye sürükledi. Kitabın
beni gerçekten içine almadığı da su götürmez bir gerçek. Başımı camdan
uzatabilildim. Dışarısı o kadar sıcak ve nemliydi ki, vücudumun diğer
bölgelerine acıdım ve onları içeride bıraktım.
Ağustos
sıcağına aldırmadan dışarıda ritm tutan çocuğu aradı gözlerim. Ortalıkta
kimsecikler yok. Ses görünmezlikten gelmeye devam etti. Tım tı tı tı tım... Ara
ara ritme müzik sesleri karışır oldu. Arabesk sesler.. Uzaklardan bir iki fren
sesi... Başımı bir dünyadan ötekine uzatmış gibiydim. Ritm tutan çocuğu
göremesem de kendi çocukluğuma uzanıp geçmişe bir göz attım:
İlkokul
yıllarımda okul bandosuna heves ediyorum. O kadar çok müsamereye katılmış ve
övgüler toplamışken bir şeylerin eksikliğini hissediyorum. “Ben hiç bandoya
katılmadım”diyorum kendi kendime. Oysa ki ne kadar gösterişli kıyafetleri ve
her yerden duyulan ritmik sesleri var bandocuların. Kırmızı beyaz üniformaları
ve beyaz trampetleri gözümü alıyor. Hemen elemelere katılıyorum ve hemen eleniyorum!
Bandocuların trampetlerini aklımdan silemiyorum. Rüyalarıma giriyor. Yataktan
kalkabilmem için kulağımda trampetler ritm tutuyor. Karnım acıkınca midem de
bir ritm tutturmuş gidiyor. Yok bu böyle olmayacak diyorum. Cin fikirli bir
çocuk olarak mahallenin çocuklarını peşimden sürüklüyorum. Kömürlüklerde ne
kadar teneke varsa topluyoruz.
Hatice teyzelerin bahçesinin altında
hizaya giriyoruz. “Başlaa” diyorum. Başlıyoruz: “Kemal Abiii, Kemal Abiii,
Aslan Kemal Abiii.” diyerek ritme eşlik ediyoruz. Bu sözleri okuldaki
bandoculardan duyuyorum. Kemal Abi de bizim okulun hademesi. Okuldaki
popülerliği adını etkinliklere de taşıyor.
Mahallenin
çocukları hep bir ağızdan bağıra çağıra çakma trampetlerimize vururken alt
yolda Ayşe'nin babası Haşim Amca beliriyor. Sinirden köpürmüş, avaz avaz
bağırıyor: “Susun ulaaan susuuuun.” aklımız çıkıyor. Haşim Amca'nın peşinden
mahalle kahvehanesinden bir sürü adam çıkıyor. Aynı tepkiyi onlarda veriyor.
Günlerden pazar. Maden işçilerinin tek tatil günü. Dinlenmeye, ev, iş, çoluk
çocuk sorunlarından uzaklaşmaya çalıştıkları tek gün. Kahvehaneden yola
dökülmüş babalarımız tehditler savuruyor: “Kıracağım babaklarınızııı.” Hiçbiri
Haşim Amca kadar sinirli değil. Tavlada yine yenilmiş olacak, burnundan
soluyor. Esmer teni kırmızıya çalıyor. Bir de bizi eline geçirse, ne olur kim
bilir. Neyse ki bize ulaşıp gırtlağımızı sıkması zor oluyor. Aramızda 40
basamaklı bir merdiven var ve biz onlara yukarıdan bakıyoruz. Onlara sadece
merdivendeyken yukarıdan bakabiliyoruz zaten. Bu şehri ve merdivenlerini
seviyorum, hem de çok. Merdivene atılan ilk adımla çil yavrusu gibi
dağılıyoruz.
Çocukluğum
binbir türlü yaramazlık ve hayal peşinde geçiyor. Aklıma kimi neyi düşürsem
rüyalara kalmıyor. Hayata geçirmek için elimden geleni yapıyorum. Birileri bir
hikaye yazıyor ve ben başrolde oynuyorum. Daha aşağısını bünyem kabul etmiyor.
Bu bazen huysuz bir çocuk olmama neden oluyor. Başarısızlıklar sonrası hayal
kırıklıklarım da bu yüzden büyük oluyor.
Yaramaz bir
çocuk olduğum günler geride kaldı. Hızla büyüyor ve hatta yaşlanıyorum.
Oturduğumuz şehri terk ettiğimiz gün bitiyor çocukluğum. Yıllarca, kaybolan
çocukluğuma ağlıyorum. Kabullenmesi çok zor oluyor ;ama o, artık geride
kalıyor. Geceleri rüyalarımı yoklayan bir arkadaş oluyor, çocukluğum. Kavgalarımı
onunla yapıyorum. Gündüz yine büyümeye ve çocukluğumdan uzaklaşmaya devam
ediyorum.
Çok ama çok
sıcak. Başımı içeri alıp kanepeye, kitaba dönmeli. O da nesi? Evlerin arasında,
bir görünüp bir kaybolan, küçük, kara bir kızla gözgöze geliyorum. Yaramazlığı
gözlerinden okunuyor. Koşup saklanmış olacak, nefes nefese kalmış. Küçük kara
elleri bir tenekeyi sahipleniyor.