Düğün ve Cenaze
Hafta içinin işi, stresi yetmezmiş gibi hafta
sonlarımız, tatil günlerimiz de yoğun geçer. Hele bir de mevsim yaz ise.
Düğünler, nişanlar; akrabalara, eşe dosta gidip gelmeler… Birinden diğerine
koştur babam koştur. İnsan bu koşuşturmada yaşamayı unutur!
O güne yine bir koşuşturmaca hakimdi. Evde yığınla
düğün davetiyesi vardı o hafta ve sonraki haftalara dair. “ Bu mutlu günümüzde
sizleri de aramızda görmekten mutluluk duyarız.” Şeklinde aynılaşan
davetiyelerin kimi bir çiftin düğününe kimi ise bir çocuğun erkekliğe adım
atacağı sünnetine çağırıyordu. Gitmeden olmazdı. Malum onlar da bize gelecekti!
Her hafta sonu olduğu gibi o gün de görev dağılımı yapıldı evde. Bana da bir
ufaklığın sünnet düğününe gitmek düştü. Düğün öğleden sonra evde okutulacak
mevlit ve davetliler için hazırlanmış, mevlit sonrası yemekten ibaretti.
Sonrası takı merasimiydi. Tabi çoktan iyileşip yataktan kalkmış olan çocuk,
zapt edilebilirse… Düğünlere yalnız gitmeyi sevmediğimden kardeşim ile kuzenimi
de beraberimde götürdüm. Arabaya binip evin olduğu mahalleye doğru yol alınca
hiçbirimizin gidilecek evi bilmediğini fark ettik. Kuzenim imdada yetişti:
“ Ne olacak yani? Önü kalabalık bir ev gördük mü,
doğru adresteyiz demektir.”
“ Vallahi harikasın”
Hep beraber güldük ve yolumuza devam ettik.
Gittiğimiz yer sanayi bölgesine yakın, fakir görünüşlü evlerden oluşan bir
mahalleydi. Tek katlı, sıvasız evlerin arasında ilerlerken bir gecekondunun
önündeki kalabalığı fark ettik. Arabanın içinden etrafa bakınıp tanıdık bir yüz
aradık ve bulduk da. Arabadan inip kalabalığa yanaştık. Birkaç tanıdıkla
selamlaşıp tokalaştık. Gecekondunun yanındaki boş arsaya güneşten korunmak için
brandalar gerilmişti. Mevlit çoktan okunmuş olacak; yemekler servis edilmeye
başlanmıştı. Brandaların altındaki beyaz masalarda, pilav üstü tavuk ve
ayranlar davetlileri bekliyordu. Masalar yavaş yavaş dolmaya başlarken biz de
bir masaya kurulduk. Yanımızdakilerle havadan sudan; sırf konuşmuş olmak için
yapılan kısa sohbetlere koyulduk. Brandanın altı kalabalık olmasına rağmen
oldukça sessizdi. Ara ara birkaç kişinin fısır fısır bir şeyler konuştuğuna
tanık olup kulak kabartıyordum ama nafile; hiçbir şey duyulmuyordu. Ne olmuştu?
Ne konuşuyorlardı? Bir türlü kestiremiyordum. Bir an önce takımızı takıp gitsek
iyi olacaktı. Bir şeyler beni rahatsız ediyordu. Bizimle aynı masada oturan bir
arkadaşa sordum:
“Çocuk nerede?”
“Çocuk?”derken oldukça düşünceliydi…
“Çocuk öldü.”
“Öldü?”
O an dondum. Nasıl olmuştu? Ne? … Kalabalığa doğru
yaklaşırken birinin baş sağlığı dilediğini duymuş; umursamamıştım. Kimsenin de
yüzü gülmüyordu. Sessiz konuşmalar yükseliyor, uğultuya dönüşüyordu.
“Vah zavallı vah… Hep o babası olacak herif…”
“Yaa… oracıkta ölmüş.”
Ardı arkası kesilmeyen konuşmalar, uğultular beynime
işledi. Bu oydu… O çocuk… Bir aydn fazla bir zaman olmuştu. Acısı tazeydi. Çok
fakirdiler. Babaları sokaklarda hurda toplayıp satıyordu. Bazen de karton
toplayıp kağıt fabrikasına veriyor, evinin geçim parasını çıkarıyordu. Oğlu on
yaşındaydı. O da babasına yardım etmek,
bazen de okul harçlığını çıkarmak için karton topluyordu. O gün sanayinin
arkasında kalan çöplüğe gitmişti. Yığınla karton vardı çöplükte. Çok yorulmuş
olacak, uyuya kalmıştı çöplerin içinde. Ertesi gün eve gelmemişti. Her yerde
aranmış, en son çöplükten çıkmıştı, cansız bedeni. Cesedini çöpçüler bulmuştu.
Kamyonların boşalttığı çöplerin altında sonsuz uykusuna dalmıştı. Çok
fakirdiler… başkalarının çöpleriyle geçiniyorlardı. Çöplerin altında kalmıştı,
küçük çocuk. Çok fakirdiler… Cenazeyi kaldıracak paraları yoktu, kırkında
dağıtılacak yemekleri de… Olayı duyan; hali vakti yerinde eş dost yardımlarına
koşmuştu. O gün cenaze evinin yanında fiskos masalarda bunlar konuşuluyordu.
Çocuk ölmüştü…