29 Kasım 2017 Çarşamba
Arthur Rimbaud
Arthur Rimbaud’u bilir misiniz? Sıra dışı ve kısacık
hayatını aşkla ve şiirle dolduran bir romantik… Benim onunla tanışıklığım çok olmadı ama o
beni yıllar öncesinden tanır, takip eder…
Yıllar önce üniversite son sınıftayken eşyalı bir ev
tutmuştuk arkadaşlarımla. Evde beni en çok mutlu eden şey benim odamda terk
edilen kitaplar oldu. Hemen sahipleniverdim tabi. Bir kısmını okudum kitapların
zaman buldukça. Hep benimle başucumdaydılar, okul bitip de evlere dönme vakti
gelince yoldaşım oldular…
Antalya özlemim depreşipte geri gelince benimleydi
kitaplarım. Sıcak bir yaz gününde felsefenin derinliklerindeyken elime aldım
onu: “Cehennemde Bir Mevsim”. Felsefenin romantizmle buluşması, sıcak yaz
günümü denizlere saldı. Saç diplerime kadar şiire bulandım… Bir telefon sesiyle
sendeledim. Eski bir arkadaşım kütüphaneye gidiyordu ve benden bir kitap
önermemi istiyordu. Ona yeni tanıştığım Arthur Rimbaud’dan ve etkisinden söz
ettim. Arkadaşımı uğurlamışken şiirlere geri döndüm. Bir saat sonra arkadaşım
tekrar aradı ve heyecanı korkutur cinstendi. Önerdiğim kitabı bulamamış ve
Küçük İskender’in kitabını alıp eve dönmüş. Kitabın ilk sayfasında selamlamış
onu Arthur bir şiiriyle (Arthur diyorum çünkü yıllara dayanan bir hukukumuz var)…
Yıllar yılları kovalarken ben okuduklarım ve
yaşadıklarımın etkisiyle yazıyorum şiirlerimi, metinlerimi ve öykülerimi. Şu an
olduğu gibi… Kitap koklayasım gelmişken çocuklarım ve eşimle Antalya Kitap
Fuarı’ndayız. Kalabalıkta dağılıyoruz; ben oğlumla kalıyorum ve eşim kızımla. Üzerinde
kiraz resmi olan bir kitabı eline alıyor oğlum “Başım Kirazlı”. 2013 Cemal
Süreya Şiir Ödülü almış bir şiir kitabı. Şairiyle gözgöze geliyor ve ayak üstü
şiir üstüne konuşuyoruz. Abuzer Gülpınar, “kederin şiir, şiir kaderin olsun”
yazıyor ve imzalıyor benim için kitabını…
Eve
gelip de kitabı okumak isteyince yine Arthur “Ama yalnızca katkısız acının
saatini çalmayı başaramayacak, artık çalar saat”. Yıllar öncesinden yine geldi
benimle. Bu kaçıncı tanışmamızdır kim bilir… Şimdi siz söyleyin Arthur Rimbaud
beni takip etmiyor mu? Peki ne istiyor?...
23 Kasım 2017 Perşembe
Öğretmenim Canım Benim
Okul sıralarına veda edeli çok oldu. İstemeye istemeye büyüdük, yerimizi yeni çocuklar, yeni öğrenciler aldı. Sıralar doldu ve boşaldı. Ne haylazdık kim bilir, yerinde durmaz, yaramaz. Kimimiz çok çalıştı belki, gözde olmak ama ille de sınıfın en kıymetlisinin, öğretmeninin, gözüne girmek için çalıştı…
Aferinler, yıldızlı pekiyiler süslesin istedi belki defterlerini. Defterlerinin bir köşesi yıldızlı bir köşesi ataçlı öğrencilerdendim ben de. E öğretmenim, canım benim öyle severdi. Ben de onu severdim, kızdığında üzülürdüm. Hele görmese parmak kaldırdığımı, içim acırdı. Sıraların arasında dolanarak ders anlatırdı. Biz kollarımızla çiçek olmuş, gözler tahtadan yana kulaklar öğretmenimizde, dinlerdik. Ben bir türlü o çiçeklerden olamaz gerekli gereksiz sorular sorardım…
Sevgili öğretmenim Mustafa Dize, kim bilir nerededir şimdi, yıllar oldu görmeyeli. Sıraların arasında dolanarak ders anlatırken bilirdi sabırsızlığımı, çiçeklere dahil olamayacağımı. Soru sormak için arkamı döndüğümde bulamazdım onu. Her seferinde saklanır, sonra birden arkamda beliriverirdi, gülen gözlerle. Herkes çok sever ve sayardı, onu. O her şeyi bilir derdik aramızda konuşurken. Tabi ki aramızda konuşmak yasaktı, yaramazlıktı...
Geçmişimiz her geçen gün uzaklaşıyor bizden hocam, büyüyoruz. Aramızda da konuşmaz olduk. Sanki unutur da olduk bildiklerimizi, öğrettiklerinizi. Sesiniz uzakta da olsa kulağımda hala. İyi ki vardınız hayatımda. İyi ki dokundunuz öğretilerinizle dünyama. Şimdi bir yerlerde başka başka çocuklar büyütüyor olmalısınız; öğrenmenin sonu yok ki öğretmenin olsun. Öğretmenim Canım Benim, Öğretmenler Günün Kutlu Olsun…
17 Kasım 2017 Cuma
Ömercik
Bugün, Ömer’in kızarmış, mutsuz gözlerinde gördüm, çocuk beni. Ömer, taşınan arkadaşına el sallıyordu uzaktan, gecelerce ağlamış yaşlı gözlerle. Çocuk ben ise gidiyordum başka bir şehre ve gözler kan çanağı… Ömer’e arkadaşını sordum. Yanıtsız, burnunu çekti, gözlerini devirdi. Teselli niyetine “ internet sizi nasıl olsa buluşturur. Bizim zamanımızdaki gibi değil ya” dedim. Ben de fazla mı büyüdüm ne? Ne çabuk unuttum çocuk beni. Doğup büyüdüğüm şehri terk ederken akıttığım gözyaşları çoktan kurudu tabi…
11 yaşındaydım. Zonguldak’tan Gebze’ye uzanan bir yolun yolcusu, altı kardeşin beşincisi ve en huysuzu… Çok susmuş çok ağlamıştım. Sevmeyecektim işte başka şehir ve istemeyecektim de başka arkadaş. Arkadaşlarım, hele kuzenim Semra, arkada kalmıştı, çocukluğumda… Bir daha nasıl görüşürüz derken mektup arkadaşım olmuştu. İnternetle tanışana kadar sürecekti mektup arkadaşlığımız. Delilikti bizimkisi. Metrelerce uzayan mektuplar… Evet evet, metrelerce. Balkondan sarkıtıp da okuduklarım çok oldu. Özlem dolu yıllarıma şahit o mektuplar ve balkonlar. Bir de müptelası olduğum Müslüm Gürses…
Daha 11 yaşında, arabeske başlamıştım bile. Bir tane dinlemeden uyuyamaz olmuştum. O yıllar tek kötü alışkanlığım buydu. Aslında Müslüm, ağabeylerimin tercihiydi. Ama bana da iyi gelmişti. Ya da engel olmuştu bunalımdan çıkmama. Mazoşist benle o zaman tanışmış olacağım. Yakamı hala bırakmaz… Her şarkı başka bir hikaye. Yazma hevesim ve hatta başka hayatlara dokunuşum kalemimle o yıllara rastlar. Bugün ise beni taşıyan geçmişe Ömercik oldu. Ömercik, can arkadaşım Nela’nın biricik oğlu…
13 Kasım 2017 Pazartesi
9 Kasım 2017 Perşembe
ATATÜRK’E DAİR
Atatürk’ e bakınca siz ne görürsünüz bilmem ama ben önce kendimi görürüm…
10 Kasım 1981 yılı sabahı, evde bir telaş bir koşturmaca. Evin en büyük oğlu anma töreninde Atatürk şiirini okuyacak. Bir an evvel okulun önünde maaile hazır bulunmalı. Evin balkonu okula bakıyor. Öğrenciler, öğretmenler ve veliler muntazam bir dizin oluşturmuşlar. Babamın gözü saatte, annemin iki ayağı bir pabuçta…
Çok isteseler de o yılki anma törenine kimse gidemiyor. Zonguldak’ın kendine has dik merdivenlerinin başında yakalıyor annemi doğum sancısı, gününden önce. Apar topar çıkılan eve geri dönülüyor. Teyzeme haber salınıyor ki çok doğum görmüşlüğü vardır. Ebe tayin ediliyor.
Bebeğini bekleyen her baba gibi dokuz doğuruyor babam; volta üstüne volta. Babamın adımlarını sona erdirip rahat bir nefes almasını sağlayan iki ses duyuluyor aynı anda: Atatürk için çalınan sirenler ve bir an evvel doğmak isteyen benim ilk avazım. Saatler dokuzu beş geçiyor…
Ben bu hikayeyi, bu yaşıma kadar her 10 Kasım’da babamdan dinliyorum. Kendimi bildim bileli Atatürk’ün her yerden bana baktığını sanıyorum. Mavi bakışları delip geçiyor zihnimi. Hatalarımda göz gözeyiz. Cehaletimi alıyor bakışları…
Hiç tanımadığı birini özler mi insan? Ben özlüyorum. Biliyorum ki bir bağ var aramızda. Mesafelerin, yılların ve hatta mekanın önemi kalmadı, kalmıyor. Çünkü Atam, ben sana ilişiğim ve sana ilişkin…
8 Kasım 2017 Çarşamba
1 Kasım 2017 Çarşamba
ayakkabı
ömrüm tamirhanelerde geçti
uzun uzun yollardı yürüdüğüm
nice ayaklar eskittim
istemedim yenilerini
kunduramın
tekrar tekrar yürümek istedim
aynı yolları ve aynı yılları
tabanlarım da mı şişmedi
yağmur suları da mı dolmadı
yürüyeceklerime
başım nasıl yükse omuzlarıma
yüklendim onlara
tüm varoluşlarımla
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)